PERŞEMBE BULUŞMALARINDA ALİ EKBER ÇİÇEK’i andık.
PERŞEMBE BULUŞMALARINDA ALİ EKBER ÇİÇEK’i andık.
HBVAKV Datça Şubesi Cemevi olarak her perşembe akşamı yaptığımız buluşmalarda bu hafta Ali Ekber Çiçek’i andık.
Açılış konuşmasını şube başkanı Murat Yıldırım yaptı. Başkan Murat Yıldırım konuşmasında Ali Ekber Çiçek’in yaşamından bahsetti.
Sonrasında ise; Çerağımızı yakıp lokma dualarımızı Hüseyin Taşdelen’in verdiği programda Sedat Yılmaz, Ali Ekber Çiçek hakkında geniş bir sunum yaptı.
Ardından Hüseyin Taşdelen bağlamasıyla Ali Ekber Çiçek eserlerini seslendirdi
Getirilen lokmaların paylaşılmasıyla etkinlik sona erdi.
* * *
“on dört bin yıl gezdim divanelikte
sıtk-ı ismin buldum pervanelikte
içtim şarabını mestanelikte
kırkların ceminde dara düş oldum”
Artık bir derviş daha yok geleneğin son temsilcilerinden bir halk ozanını daha ölümsüzlüğe uğurladık. Haydar Haydar’ın o güçlü sesi artık aramızda değil. Aslında acıyı ve sevgiyi, özlemi ve kavuşmayı, geleneğin izinde, son nefesine kadar temsil eden Ali Ekber Çiçek’i türküleri anlatıyor zaten; benim yapmaya çalışacağım yalnızca gözlem ve belgelere dayanarak onu yorumlamaya çalışmak olacak.
Ali Ekber Çiçek’in yaşamı
Ali Ekber Çiçek 1935 yılında Erzincan’a bağlı Ulalar köyünde doğdu. Yoksul bir alevi ailesindendi. Henüz 4 yaşındayken daha sonraki yıllarda yaşamını ve doğal olarak da sanatını etkileyecek büyük bir acıyla tanıştı. Babası 1939 yılında Erzincan depremi sırasında hayatını kaybetti. Yoksulluğun üzerine babasızlığın da eklenmesiyle Çiçek, küçük yaşta çiftçilik yapmaya başladı. Yoksulluk, ilkokuldan sonra eğitiminin kesilmesine de neden oldu. Çiçek, toprakla iç içe geçen yaşamı sürerken katıldığı cem toplantılarında bağlama ve alevi deyişleriyle tanıştı. Bu tanışma onu tanımamıza kadar geçecek sürecin ilk büyük halkası olacaktı.
Çiçek, bu dönemi şu şekilde ifade eder:
“ilk sazı elime bir Cem’de teslim ettiler. 5 yaşındaydım. Dedeler, hemen anladılar bu eli perdelere tam ulaşamayan çocukta bir şeyler olduğunu. O zamanın ünlü pirlerinden Potik İsmail Dede ve Eyüp Dede bana çok yardımcı oldular, usulleri öğrettiler.”
“Benim dedem bağlama çalardı. Köyüm yetmiş beş haneydi, belki kırkının evinde bağlama vardı. Ben onlardan ilham aldım. 3 yaşında iki parmağımla onların masasında saz çalıyordum. 9 yaşımdayken, 60 yaşındaki dede kadar bağlama çalıyordum.
Köyünde aldığı bu eğitimin ardından yoksulluğun da zorlamasıyla bağlamasını alıp dokuz yaşında İstanbul’a gitti. Akrabalarını bulamadı, bir iş hanına sığındı, çeşitli işlerde çalıştı. Ozan o günleri şu şekilde dile getirir:
“Mevsimlerden yazdı, bir kerevetin üstünde sabahlıyordum. Her gece Allah’a ‘bu gece üstüme yorgan örtecek misin?’ diye sorardım.”
Bir süre sonra müzisyen olan halası Saime Senan‘ı buldu. Cağaloğlu’ndaki halkevinde bağlama çalmaya başladı. İki yıl orada çaldıktan sonra halasının aracılığı ile Ankara’da Muzaffer Sarısözen ile tanıştı. Muzaffer Sarısözen tarafından beğenilen çiçek, çocuk yaşına rağmen yurttan sesler korosuna katıldı. Sarısözen’in desteği ile radyoda on iki yaşında deyişler okumaya başladı. “Benden selam söyle o güzel şaha” isimli deyiş Türkiye radyolarında söylenen ilk alevi deyişi olma özelliğine sahiptir. O yıllarda radyolarda deyiş okunması yasaktı. Bu yasağın nasıl delindiğini çiçek şu şekilde anlatır:
“O dönemde, Hacı Taşan çok ünlüydü. Sarısözen’e demiş ki: ‘Ben de aleviyim. Bu deyişleri bana niye okutmuyorsun?’ Sarısözen, ‘işte sorun da burada. Senin alevi olduğun biliniyor. Bu çocuk da alevi ama henüz on iki yaşında. Sana söyletsem ‘alevi-sünni ayrımı yapıyorsun’ diyecekler ama Ali Ekber için onlara ‘bakın ben 38 yaşındaki Hacı Taşan’a bozlak okutuyorum. Ama bu çocuk köyünde ne duyduysa onu öğrenmiş. Biz de onu çaldırıyoruz’ diyeceğim.”
Alevi deyişlerini tüm Türkiye’ye küçük ama tok sesi ile duyuran Çiçek, türküleri yorumluyor, yeni türküler derliyor, radyodaki yerini de sağlamlaştırıyordu. “Kara tren gelmez m’ola“, “gurbet elde geldi bir hal başıma” o dönemde seslendirdiği türkülerdendi. Ankara Radyosu’nun ardından 1960 yılında İstanbul Radyosu’nda çalışmaya başladı ve bu kurumdan yıllarca ayrılmadı.
Otuz beş yılı aşkın bir sürede 400 üzerinde türkü derledi, besteledi, seslendirdi. Onlarca plak, kaset, cd doldurdu. Türkiye dışında pek çok ülkede konserler, üniversitelerde seminerler verdi. Türküleri geniş kitlelere ulaştırabilmek için çalıştı. “Derdim çoktur hangisine yanayım “, “el vurup yaremi incitme tabip “, “ağlama gözlerim “, “yolumuz gurbete düştü “, “aşka tuzak gerekmez “, “kişi sevdiğini gönülde bulsa “, “hazin hazin esen seher yelleri” ve “haydar haydar” en bilinen türküleri arasındadır.
Ali Ekber Çiçek, 26 Nisan 2006 tarihinde aramızdan ayrıldı. Uzun süredir şeker hastalığı tedavisi görüyordu.
Ali Ekber Çiçek’in yaşam ve sanat anlayışı
Türküler, yayıldığı alanlarda, toplumların, ruh durumundan felsefi görüşlerine varıncaya kadar çok yönlü bir özeti durumundadır. Doğruluğu yanlışlığı, günün değerleriyle arasındaki ilişki bir yana, birçok konuda önemli bulgular taşır. Zengin-yoksul çelişkisi, inanç farklılığı, savaş ya da aşk öyküsü anlatan bir türkünün anlamı yalnızca içinde barındırdığı sözlerle sınırlı değildir. Ali Ekber Çiçek’in felsefesi de bu gerçekten bağımsız olmamıştır.
Çiçek’in doğduğu ve çocukluğunun bir kısmını geçirdiği Erzincan, aşık geleneğinin sürdürüldüğü önemli bölgeler içindedir. Arguvan ve Erzurum arasındaki bu bölgenin Çiçek’i etkilediği açıktır.
Ali Ekber Çiçek bir deyiş ustasıdır, alevidir. Cemlerde büyümüş, Aleviliğin kulaktan kulağa fısıldandığı bir dönemde yetişmiş, yetiştirilmiştir. Halk ozanlığının, aşıklığın temel kurallarından birisi çırak yetiştirmektir. Çiçek’e de bu uygulanmıştır. Bu yüzden kişiliğine ve sanatına yön veren de bu dönemde aldığı terbiye ve usul olmuştur. Bu tutulan yol, son anına kadar kıskançlıkla sahiplenilmiş, yoldan çıkmaktan da özenle kaçınılmıştır. Bu yolda Çiçek’in en iyi arkadaşı bağlaması olmuştur: “işte sazım bana böyle mürşitlik (doğru yolu gösteren, rehber) ediyor” der bunu ifade ederken. Çiçek küçükken aldığı eğitimin kendisi üzerindeki etkisini şu şekilde açıklamıştır:
“Üç yaşında kucağımda saz olduğunu söylerler. Ben eski Rüştiye’yi bitiren profesörlerin, dedelerin sohbetlerinde büyüdüm. Çocukken beyninize kaydettiğiniz bilgiler, yani o felsefe, sonradan bir çiçek gibi, bir çim gibi büyüyor. O tasavvuf ehli, kâmil kişilerin sohbetlerinde büyüdüğüm için, onların bütün felsefesini ben sonradan sazıma taşıdım. Anamdan sonra sazım beni doğurdu.”
Çiçek’in türkülerinde ağır basan yan dinsel öğelerdir. Fakat onu dinlerken Feyzullah Çınar’daki ağır dinselliği bulmayız pek. Çiçek, sadedir. Bununla birlikte Çiçek’te Mahzuni Şerif’teki açık politik söylem görülmez. Burada da gelenekçi yanın ağır bastığını düşünüyorum. Mahsuni Şerif, bu yanıyla geleneğin kalıplarını kıran bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Bütün bunlara rağmen Ali Ekber Çiçek’te, aşık Veysel’deki gibi politikadan uzak duran, devletçi bir özellik olmamıştır. Çiçek’in tavrı belirgindir; sorun diye adlandırdığımız şey belki de sadece türkülerinde seçtiği ifadelerdir. Politik tercihini şu şekilde ifade eder ozan:
“Dünyada nerede bir rahatsızlık varsa, sanatçı ondan rahatsız olur. Tüm dünyayı teneffüs eder sanatçı. Dünyadan, insandan, tabiattan ayrı değiliz.”
Bu yüzden, alevi kimliğini gizlemediği ve yer yer iktidarları taşladığı için dikkat çekmiş, sansürle boğuşmuş, bu mücadeleden alnının akıyla çıkmayı da bilmiştir. Sansürle karşılaşmasını ve bu baskıya karşı tavrını da şu şekilde anlatmıştır:
“Bu memlekette yaşayıp da o canavarla (sansürle) karşılaşmamak mümkün mü? sanıyorum 1969 senesi Süleyman Demirel başbakan. Ben o sıralarda sevilen bir türkü var onu okuyorum: ‘Hüseyin’im yeşil giyer eynine / hiçbir hile getirmezdi göynüne / kurdu kuşu lütfeylemiş kendine / mülke de süleyman ne güzel uymuş…’ başbakan yardımcısı radyoyu arayıp ‘süleyman’la ilgili kısmı çıkarın türküden’ demiş. ‘demirel ne zaman padişah oldu?’ dedim ve türküden bir kelime bile çıkarılırsa çekip gideceğimi söyledim, çıkarmadılar.”
“Bir de 12 Mart döneminde bir türkümden Ali’yi çıkarmak istediler. O türkü de şöyle: ‘Ali’nin sırrına ereyim dersen / bir mürşid-i kamil bulanlar gelsin / gönül kabe olmuş hem beytullahtır / ol bahr-i ummana dalanlar gelsin…’ söylesenize Allah aşkına bu türküden Ali’yi çıkarırsanız geriye ne kalır?”
İnsanı ve yaşamı ilgilendiren pek çok şeyi bulmak mümkündür onun türkülerinde ve konuşmalarında. Çiçek, insan için vardır. Bütün çalışmaları insan ve onun mutluluğu içindir. Söyledikleri bu yanıyla öğüt niteliğindedir. Sanatının diğer pek çok alevi ozanda da rastlanıldığı gibi didaktik, öğretici bir yanı olduğu açıktır. Zalime karşı dikilmeyi, namuslu yaşamayı, yalan söylememeyi öğütleyip insanın bütün erdemli özelliklerine sahip çıkarken; cahilliği, zorbalığı, ikiyüzlülüğü yermiştir. Yaşamı boyunca dinsel ayrımcılığın karşısında olmuş, insanı sevmiştir:
“(…) ben insan ayırımı yapmam. Sazımı aldığımda yedi milyar insanla yekvücut olurum. Otuz yıl önceydi. Eyüp Camii’nin imamının benimle tanışmak istediğini söylediler. Baktım ki ümran görmüş, cehaleti yenmiş, olmuş bir adam, sevdim onu. Beni evine çağırdı. Karısının, kızlarının başı kapalı. O ulu imam bir rakı koydu sofraya. ‘Bu senin için Ali baba.’ dedi. Ben yedim, içtim, söyledim. Ben rakıyla demlendim, onlar türküyle.”
Ali Ekber Çiçek’in çalışmaları sonucu çok sayıda türkü ve deyiş TRT’nin arşivine girerek yok olmaktan kurtulmuştur. Sözlü ve müzikli alevi edebiyatı açısından bakıldığında Çiçek’in yüklendiği bu görev büyük bir önem arz etmektedir. Çiçek’in sorumluluk duygusu gelişkindir. Bu çalışmayı zorluklar içerisinde neredeyse tek başına yürüten Çiçek’in büyük bir işi başardığını görmekteyiz:
“Aşkı, o felsefeyi hiçbir zaman maddiyata dökmedim. Bir tane kızım var, ona ayakkabı alamadığımı bilirim. Hep buna gönül verdim, gençliğe bir şeyler bırakmak için çabaladım. Sanat adına şahsen kendi çabamla binin üzerinde derlem ve ezgi bıraktım. Onun için çok mutluyum. (…) şunu demek istiyorum, insan işini severek yapmalı. Yani bir ibadet gibi, bir sevgiliyi sever gibi yapsın. Ben sazımı elime aldığım zaman seviyorum onu, okşuyorum bir sevgili gibi, böyle. Hiçbir zaman maddeye önem vermedim. Ben yirmi beş yılda, radyodan ayrılmış olsaydım, radyoevi gibi bir bina yapardım. İzmir’de bir konser verdim, yetmiş bin kişi geldi. Hem gençlik Ali Ekber’i seviyor hem elli yaşının üstündekiler seviyor. Çizgimi hiç bozmadan inancımla buralara geldim.”
Sıkı sıkıya tutunduğu gelenekçiliği hem yaşam görüşüne hem de türküleri söyleyiş tekniğine kadar uzanmıştır:
“Kendini kanıtlamış ve halk nazarında kabul görmüş eserlere yeniden yorum eklemeye gerek yok. Ali Ekber Çiçek nasıl çalıp okuyorsa gençler ve ondan sonra gelenlerin de öyle okuması gerekiyor. Bu tavrı yakalamaları gerekiyor. Parçalarımdaki yorum zaten içinde vardır. Tekrardan o parçalara yorum eklemeye gerek yok.
Ali Ekber Çiçek deyince türküleri kadar bağlama çalış tekniğini de unutmamak gerekir. Özellikle Haydar Haydar’da en üst boyutuna ulaşan bu çalım biçimi, bağlamanın ne kadar geniş özelliklere sahip olduğunun da ispatı olmuştur. Bu türküde öne çıkan bu tavır daha sonra pek çok sanatçıyı etkilemeyi başarmıştır. Çiçek, bu türkünün çalımı üzerinde üç yıl bıkmadan çalıştığını, genç kuşakları “emek harcamadıkları” şeklinde eleştirirken dile getirir.
Çiçek’in türkülerinde ağırlık taşıyan bir başka yan gurbetlik ve sıla özlemidir. Üretim ve gelir dağılımındaki dengesizlikler nedeniyle gurbet gerçeğini çok iyi bilen bir halka, yine gurbetin ne olduğunu en az onlar kadar bilen bir ozandan daha yakın birisi olabilir mi? “ağlama gözlerim” ve “yolumuz gurbete düştü” gurbet anlatımının en başarılı örnekleri olarak karşımızda duruyor.
Ali Ekber Çiçek’te öne çıkan bir başka yan da hüzündür. Hüznün türküye dönüşmüş halini en çok onun sesinden duyarız. Haksızlığın, sevgisizliğin yarattığı, dertlerin ezdiği bu halk Çiçek’in “derdim çoktur hangisine yanayım” ya da “el vurup yaremi incitme tabip” gibi türkülerinde kendini bulmuştur. Çiçek, halkın acısını ete kemiğe büründürmüştür. O, bu halkın sesidir.
Son söz yerine
Ali Ekber Çiçek’in yaşamı, insanın başının dik durması gerekliliğinin özetidir. Sevginin özetidir. Yoksul bir yaşamdan gelmiş, yoksul yaşamıştır. Gücünü kendi gerçeğinden ve inancından almıştır. Son günlerinde bile ayakta duramayacak kadar zayıf ve bitkinken çıktığı sahnede, bağlamasıyla birlikte devleştiğinin tanıkları aramızda bulunuyor. Çiçek emekçidir ve aynı zamanda emeğin değerinin ne olduğunu türküleriyle bize anlatmayı başarmış bir ulu derviştir. Önünde saygıyla eğilirken son sözü kendisine bırakıyorum:
“Gerçekleri göstermek, gerçeğe kavuşmak ve gerçeği olduğu gibi insanlara anlatmak için çalışmış bir insanım. Cahilden uzak, kamile yakın oldum; büyüklerime saygı ile küçüklerime sevgiyle yaklaştım. Konuşulan her kelamı ibadet gibi dinledim, kimseyi acizlik ve bilgisizlikle itham etmedim… bu icraatım boyunca hiçbir maddi menfaat sağlamadan, insanların duygularını sömürmek gibi bir yanlışlığa meydan vermedim.”
Tarih: 07-09-2024