içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Bir zamanların gazeteciliği!

 Kısa bir süre önce yayınlanan “Bir Müze Müdürünün Anıları” isimli kitabımı ulusal gazetelerden birinde köşe yazarlığı yapan bir dostuma göndermek istemiştim. Kendisini telefonla arayarak kitabı gazeteye göndermek istediğimi söylediğimde; gazeteye gitmiyorum evime gönder. Yazılarımı internet aracılığıyla gazeteye iletiyorum demişti.

Bu konuşmamızın ardından düşündüm.;  zaman değişmiş, teknoloji ilerlemişti. Bende dâhil çoğumuz gazete ve dergilere yazılarımızı internet aracılığı ile gönderiyor, bazen de belirli bir şifreyi uygulayarak köşemize yerleştiriyoruz.
 Yapay zekânın ortaya çıktığı gelişim, teknoloji büyük kolaylık: her şeyden önce zamandan tasarruf ediyorsunuz. Evinizde yazınızı yazıp bir iki tuşa basıp gönderebiliyorsunuz.
Geçmişte öyle miydi?
Yıllar öncesi köşe yazarlığına başladığımda kalemle yazımı yazıyor, daktiloya çektikten sonra gazetenin yolunu tutup yazı işleri müdürüne veriyordum…
Günümüzde medya, eskilerin matbuat dedikleri gazetecilik gerçekten zor bir meslek… Yazar ve çizerlerin dışında gazetenin mutfağında çalışan çok sayıda; ancak pek öne çıkmayan isimsiz gazetecilerde unutulmamalıdır.   
Geçmiş günlerin teknolojisine göre gazetenin önemli kişileri arasında dizgileri yapan mürettipler vardı.   Mürettipler kendilerine gönderilen yazıları önlerindeki harflerin olduğu kasalardan seçerek dizerlerdi. Bazen yazarın gözünden kaçmış harf hatası olursa suçu mürettibe atarak mürettip hatası diyerek işin içinden sıyrılırlardı. Bu yönde basın tarihimizde hoş sürprizler de  yaşanmıştır. Geçmiş yüzyılın önemli yazarlarından Abdullah Cevdet’in başından geçen bir olay yıllardır anlatılır. Bir yazısında  “Vatanın öksüzüyüm, öksüzlerin gözüyüm” diye yazmış… Ancak gelin görün ki; mürettibin azizliğine uğramış iki öksüz kelimesindeki   ‘s’ harfleri baskıda nasılsa yok olmuş,. Yazı vatanın öküzüyüm olmuştu.
Aziz Nesin’in de buna benzer bir anısı vardır.  “Biz gözümüzü budaktan esirgemeyiz “ diye başlık atmış. Bu kez de ‘z’ harfi yerine mürettipler yanlışlıkla  ‘t’ harfini koyunca sözcüğün anlamı değişivermiş…
O günlerin basını zordu ama hoş ve ilginç olaylar da yaşanmıştı. 
Geçmişte, benim de basına ayak attığım günlerde gazeteler, dergiler Babıâli denilen Cağaloğlu’nda toplanırlardı. Sonradan basının yuvasından birer birer uçup giderek şehrin çeşitli semtlerine dağıldılar. Böyle olunca da Babıâli basınının yalnızca ismi kaldı; oradaki kitapçı dükkânları da peş peşe yok oldu.  Bir zamanlar Babıâli Yokuşu denilen Ankara Caddesini tırmanan dönemin ünlü yazarlarıyla karşılaşılır, bazen ayaküstü sohbet bile edilirdi.
Şimdilerde öyle mi?
Gazeteye geldiğinizde sizleri kağıt mürekkep kokusu karşılar, rotatiflerin tıkırtısını bir müzik gibi dinlerdiniz.. Yazı işlerine girdiğinizde bu kez yazı makinelerinin tıkırtılarıyla karşılaşırdınız.  
Günlük gazetelerde öğlenden önce hummalı bir faaliyet olurdu.  Gazetenin toplantı salonundaki büyük masanın etrafında yayın yönetmeni, yazı işleri müdürü, yazarlar ve bazı muhabirler toplanarak ertesi günü çıkacak gazetenin nasıl olacağını tartışırlar, karara bağlarlardı. Sonrada hangi haberin sür manşetten, manşetten veya göbekten verileceğine karar verilir, bazı haberler de iç sayfalara gönderilirdi.  Kısacası ciddi bir çalışma yapılır, tepelerden şunu yaz bunu yazma gibi emirler gelmezdi. Yeri gelmişken belirtmek isterim ki; gece sekreterlerinin işleri çok daha zordu. Yaşanan bir olay nedeniyle bazen sayfa baştan aşağı değişirdi. Büyük gazetelerin köşe yazarlarının bir veya iki kişi olmak üzere özel odaları vardı. Onlar sözü geçen yazarlardı. Hiç unutmam Yeni İstanbul’da yazdığım günlerde Gökhan Evliyaoğlu ile aynı odayı paylaşmak bana onur vermişti.
Benimde basındaki ilk günlerimde ulusal gazeteler İstanbul’da yayınlanırdı. Ankara ve  İzmir  dışındaki önemli gazetelerin yanı sıra  Anadolu’da da henüz emekleme devresinde yerel yayınlar vardı. O günlerde gazetelerin çoğunun Anadolu’da teknik yönden gelişmiş temsilcilikleri yoktu.  Şimdilerde olmayan bir teleks sistemi vardı. Bir yazı makinesi düşünün;  Ankara veya İstanbul’da basıyorsunuz, yazılar diğer şehirlerdeki gazetelerde sayfaya dökülüyor. Bunu ilk defa Tanin Gazetesinde görmüş ve çok şaşmıştım.  
 İstanbul’da hazırlanan gazetenin diğer bazı şehirlerde basılabilmesi için bugün olmayan matrisler vardı. Onlar kurşun harflerle hazırlanmış sayfaları presle özel bir kartona naklederlerdi. Bu kartonların üzerine dökülen erimiş madenler, baskı makinesine takılacak kalıpları meydana getirirdi. Sonra da bu kartonlar diğer şehirlerdeki gazetelere ulaştırılır ve baskı orada yapılırdı. Bunlar yapıldıktan sonra en önemli görev uçağa yetiştirmek için trafikte mücadele veren şoförler vardı.
Geçmişteki o günlerde ajanslardan haber alınıp takla attırılarak yazılması basın ahlakına pek uymazdı.  Muhabirlik çok önemliydi; adliye ve polis muhabirleri en cevval olanlardan seçilirdi. Gazetelerin muhabirleri haber toplamak için şehre yayılırdı. Rakip gazeteyi haberleriyle atlatmak çok önemliydi.
Seçim yaklaştığında adaylar gazetelere peş peşe gelir, yazarların karşısında dizilip onların sorularını yanıtlamaya çalışırlardı. Bu olayların çoğuna şahit olmuştum. Seçim sonrasında ise  hemen  hepsi  gazetelerden ayaklarını çekerlerdi!,
Basının en güzel yanlarından birisi de ertesi günkü gazete hazırlandıktan sonra yaşanırdı. Gazetenin yazarları ve çalışanları bir araya gelir, çaylar içilir ve bundan sonra sohbet, gırgır ve şamata başlardı.  Bazı nedenlerle yazılamayanlar, siyasi dedikodular, fıkralarla anlatır, bazen de tanınmış kişilerin özel hayatlarına bile inilirdi. Kısacası basının en keyifli saatleriydi…
Sanırım artık günümüzde o hoş şamatalar yok…  Ne acıdır ki; günümüz medyasındaki köşe yazarları, çalışanları birbirlerini tanımıyorlar,  kendilerini görmemişler, iki kelime konuşmamışlar bile... Oysa ben o günlerin güzelliğini yaşamış pek çok ünlü yazar ile tanışma şansına erişmiştim. Yeri gelmişken birkaç isim vermek isterim;  Cemal Kutay, Çetin Altan, Ünal Sakman, Ulunay, Ergun  Göze, Rauf Tamer, Necdet Sevinç, Mehmet Ali Yörük, İlhan Darendelioğulu, Yaşar Kemal, Necati Cumalı, Elif  Naci, Sahir Özbek, Şevket Rado, Yılmaz Öztuna, Orhan Yüksel,  Ahmet Kabaklı, Servet Kabaklı, Öz Dokuman, Erol Şadi, Niyazi Ahmet Banoğlu, Nezih Uzel, Aydoğdu ve daha niceleri… Çoğu ile dostluklarım yıllarca sürmüştür.
Kısacası o günlerin basını gerçek bir basındı. Pek çok şey gibi o da basın tarihimize gömülüp gitti. Gerçekten çok yazık oldu, geride anıları kaldı…

 

Bu yazı 2268 defa okunmuştur.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum